12 Aralık 2010 Pazar

ÇİN---Wuyuan macerası





Çindeki en zorlu anlarımı Wuyuan'da yaşadım. Wuyuan'da otobüsden iner inmez  bir anda çevremiz sarıldı, ellerinde haritalarla şöförler, birşeyler gösterip herbiri bizi götürmek için çabalıyordu. Ne için geldiğimiz belliydi. Gorülmesi gereken birkaç köy...Qinhua', Likeng, Xiaogi. Elbette bağlantımız yine vücüt diline kalmıştı. Böyle zamanlarda kendimi tam bir av gibi hissediyorum. Bu da tedirginliğimi arttırıyor ve beni çok huzursuz ediyor. Nasıl olsa avlanacaktık ama az zarar verecek biri olmalıydı bu. Gozüme birini kestirdim savaşmaya başladım. Gideceğim yerleri gösterip pazarlık ediyorum ama diğerlerinin hepsi yanımızda, rahatlık yok. Parada anlaştık, tam arabaya binecegiz çevredekilerden biri yanıma gelip işaretlerle bu adamın taksisiyle gidersek bizi öldüreceğini anlatıyor. Yine şaşkın, acınası durumdayım. Bir yandan bir adam bogazini gosterip öldürülebileceğimizi açıkça söylüyor, diğer yandan  aç kurtlar yanımda hala av peşinde. Eh bile bile de Çinde ölüme gitmek olmaz, şaşkın Ayşe çaresiz etrafa bakıyor. Dişime göre çelimsiz bir genç gördüm, biraz da onunla savaştım. Anlaştık. Bu arada bir önceki anlaştığımla, öldürülebileceğimizi söyleyen kavga ediyorlar. Bir anda Wuyuan'ı şenlendirdik...                                                                                                                                                                                                             Minibüsümüze bindik, ilk durak Qinghua'. Küçük bir köy, evler, köprüler çok ilginç... Köye giriş ücretli, söför kasadaki bayanla birşeyler konuştu  ve bizden parayı istedi. Ben de parayı kasiyere vermek isteyince, kıyametler koptu.Işaretlerle sizi götürmem burada bırakırım diyor, ağlamaklı bir surat. Lanet olsun deyip parayı şöföre verince rahatladı. Arabayı park etti, köyü gezeceğiz. Ben önden gidiyorum, yanıma geldi ve bir süre benimle yürüdü. Bir ara arkadaki arkadaşına bakayım dedi ve gitti. Zevkle gezmemin sonunda arkadaşımla karşılaştığımda anladım ki onun yanına hiç gitmemiş. Pek de üzerinde durmadık, biraz da beraber dolastıktan sonra park yerine geldiğimizde arabanın olmadığını gördük. Bir anda bozguna uğramış gibiydik. Önemli birsey olmasa da sırt çantalarımız, sularımız arabayla birlikte yok olmuştu. Şaşkın şaşkın aglamaklı bir suratla  etrafa bakarken, ingilizce bilen bir Çinli durumu farketti ve konuşmaya başladık.Nasıl olduğunu hala anlıyamadığım bir şekilde bir polis arabası belirdi. Polislere, durumumuz aktarıldı ve ben ağlıyorum artık...Herzaman dikkat ederim ama bu sefer ne plakayı, ne de şöförün ismini biliyorum. 3 polis bizi arabaya bindirdi ve girişe geldik. Yine 3 kişi belirdi, biri gayet iyi ingilizce konuşuyor. Ben konuşmak istemeyince kimliklerini çıkarıp sivil polis olduklarını, sakin olmamızı, 1 saat içinde bu isi çözeceklerini soylediler. Çok kibar ve ciddilerdi, güven verdiler...Bense nasıl çözüleceğini bir türlü anlayamazken 45 dakika arabamız göründü, ve şöför geldi. Çantalarımızı açmamıştı ama sularımız ve yiyeceklerimiz yoktu.Polisle arasında oldukça sert konuşmalar geçtiği belliydi. Polisler bize kartlarını verdiler anlaştığımız paranın altında ödeyeceğimizi ve güvende olduğumuzu söylediler. Devlet ve polisin olumlu gücü bizi şaşırttı.Cok kısa zamanda problem çözülmüştü. Gezimizi tamamladık ama geceyi orada geçiremedik, tadı kaçmıştı bir kez gece otobüsle yola devam ettik.Ayse-ocak -2010

26 Kasım 2010 Cuma

GEÇ KALANLAR----Tiyatro

Günümüzde evlilikler, ciddi sorunlar yaşıyor. Birçok evliliğin şekilsel olarak devam ettiğini, çoğunun içinin boş olduğunu  görüyoruz. Ve ardından, ayni evde yalnız yaşanan hayatlar, mutsuz insanlar ve dışı cilalı evlilikler...Devlet Tiyatroları da, bu sezon programlarına bu konuyu işleyen bir oyunla ''bireyleri'' uyarmayı, bireysel sorgulamaların oluşmasını, empati yapmanın güzelliklerini amaçlamış. Çok da başarılı olmuşlar. Pervin Ünalp'ın eseri ''GEC KALANLAR''...Ve şunları diyor yazar: '' Geç kalmasak söyleyeceklerimizi söylemekte,ertelemesek gülüşleri, RAĞMEN sevsek, olduğu gibi kabül etsek, sevdiğimizi söylesek, özür dilesek, sarılsak,ağlassak, sorsak, yerine düşünsek...Ama ''gününde'' olsa...''  Konu, dekor, müzik,afiş güzel. Afisdeki imza Mustafa Ayaz. Sanatçılar başarılı, ancak; genç erkek rolundeki Levent Şenbay'ın birinci perdedeki rolünde kızgınlıklarını aktarırken, bağırmalarındaki ses tonuyla daha iyi olabileceğini düşündüm...  İzlerken, birçok konuda kendimizi, çevremizdekileri, görebileceğimiz gerçekçi ve güncel bir eser. ''Geç Kalmak'' ne acıdır, ne zordur, hele bu yaşamınızdaki hataların düzeltilememesiyse, konuşamamaksa, paylaşamamaksa, pişmanlıklarsa...Oyunun birinci perdesinde  evli çiftin erkeğini, ikinci perdesinde de kadınını izlediğimizde sorunların ne kadar ortak olduğunu, sonlarında oynanan oyunlarda ise, sorunları çözümlemenin cok da zor olmadığını görüyoruz...Izlenilmesi gereken bir oyun, ''Gec kalanlar''dan olmamak dilegiyle...Ayse--Kasım--2010

24 Kasım 2010 Çarşamba

Likya yolu yürüyüşü Kaş etabı

Aydın ve Ebru çiftiyle

Eflatun Sanat Evinde konuk evi.

Kaş'ta gün batımı

Ayşe Likya Yollarında

Kekova, Kale köyde çiçekler

Tahıl ambarları--Gokçeören
Likya Yolu Kate Clow tarafından 1999 yılında yürüyüşe açılınca çok ilgimi çekmişti. Dünyanın ilk 10 uzun  yürüyüş yolundan biri olması,  daha da heyecanlandırmıştı ve '' yapacaklarım '' listesine almıştım. Benim isteğim, tüm yolu bireysel olarak, yürümekti. Likya yolu yürüyüşü duzenleyen acentalar bu  yürüyüşü üç bölgeye ayırmışlar; Fethiye, Kaş ve Kemer... Ben de Kaş etabına katıldım. Tam  da istediğim olmadı diye mızırdanıyordum ki, aslında bana uygun olan buymuş. Yürüyüş, güzel yemekler, iyi bir otelde konaklama, donüşte beni bekleyen sıcak duşum... Bireysel gidilende, sırt çantasında çadır dahil tüm malzemeleri taşımak gerek, susuz kalmak olası,yürüyüş sonrası duş alamama kesinlikle mümkün, konaklama kosulları herzaman uygun değil...Yürüyüşe, ÇUKURBAĞ Köyünden başladık, 4 saatlik bir yürüyüş .Köye girişten sonraki bir km lik yürüyüşten sonra, Aydın, Ebru çiftinin Eflatun Sanat Merkezi'ne uğradık. Ikisi de çok şirin insanlar. Organik tarımla, resim ve heykelle uğraşıyorlar. Dünyanın heryerinden, gönüllü çalışmaya gelenlere evlerini açmışlar. Konukları için hazırladıkları bölümleri de gönüllü çalışanlarla yapmışlar.Gittigimizde de Avusturalya'lı ve Endonezya'lı iki genç vardı. Yürüyüş, zaman zaman fazla kayalık ve taşlık olması nedeniyle zorluyor, kaymaya çok müsait. Yürüyüşün başında, ayağımın altındaki taş dönünce ilk ve son düsüsümü gercekleştirdim. Ikinci parkur, OKCUÖLDÜĞÜ,UFAKDERE, LİMANAĞZI yürüyüşüydü.BAYINDIR köyünden başladık, cok zevkli ve tempolu bir yürüyüş oldu. Bir bölümde,iğne kayalıklar vardı, çok tehlikeliydi. Her yer dikik iğne kayalıklardan oluşuyor ve onların arasında geçişler bulunacak. Yanlış bir basış, sonunda olmadık sorunları getirebilir. Ama ben düşme hakkımı ilk gün kullandığımdan, biraz rahatımOpen-mouth smile .Keçiboynuzu ağaçları heryeri sarmıştı. Patika yollardan giderken,aşağıdaki deniz manzarası bir ay önce yürüdüğüm, Italyan Rivierasını geçmişti.Enerjinin bitmeye yüz tuttuğu zamanda, kendimi, Limaagzın'da buldum. Ayaklarımı havaya dikip dinlenme pozisyonuna geçip,soğuk bir birayla ödüllendirdim yorgun bedenimi. Ardından, Nuri'nin salaş restoranında yenen balıklar ve tekneyle Kas'a donüş ise yaşadığım güzelliklerdendi. Bir sonraki parkur; APPOLLONIA, APERLAI, SICAKKOYU yürüyüşüydü.Cok guzel bir hava, geniş patika yol, tırmanışlar, maki bitki örtüsü...Yol boyu uzanan Likya mezarları ise, sanki bu güzelliklerin içinde dekor olarak yerleştirilmiş gibi uzanıyor...Tatlı bir yorgunluk ve biraz pesedişe yaklaşildığında, Sıcak koyunda, taze tutulmuş balıklar bizi bekliyor, kısa bir yemek molasından sonra rıhtımdaki teknemizle,Kekova'ya gidip kaleye çıkış ve o nefis manzara...Ve gun Ucagız'da bitiyor, otele donus ve sıcak bir duş... Son parkur SARIBELEN, GOKCEOREN...Manzara şahane, köydeki buğday ambarları ilginç, yürüyüş hızlı tempoyla kırmızı beyaz çizgileri takip edip gidiyor,sanki bütün bu güzelliklerde tek başınayım ve doğayı yeniden keşfediyorum. Herşey çok güzel...Sıra Kemer ve Fethiyede...Ayşe-2010 Kasım

14 Kasım 2010 Pazar

İtalya---Cinqueterre/ Riviera di Levante



Sentiero Azzurro

Vernazze

Vernazze




Cinqueterre'de trekking yapmayı bu yaz, programlarım içine almıştım. Bu kadar çabuk gerçekleştireceğimi düşünmemiştim. Geç kalmadığım için çok mutlu oldum. Chiavari'den tren biletimi Monterosso Al Mare'ye aldım. Bu beş özel köy kuzeyden güneye doğru, Monterosso Al Mare,Vernazze,Corniglia, Manarola ve Riomaggiore.Köylerin özelliği denize dik kayaların üzerine kurulmuş olmaları.Trekkinge, bazıları güneyden başlıyor, bazıları kuzeyden. Ben gezi rotam içinde kuzeyden başladım. Nerede kalacağımı, neler yapacağımı bilemediğimden sırt çantamla yürümek zorunda kaldım. Birinci durak Monterroso Al Mare. Burası en büyük köy, kıyıda büyük bir plaj tamamen kumdan oluşuyor. Yolda herhangi bir harita, ya da rehber kullanmaya gerek yok. Buradan başladığınızda yol sizi götürüyor. Zaten belli yerlerde işaretler var. Ve yürüyüşüm başladı. Hava güneşli ama rahatsız edici sıcak yok, ekim ayı bu yürüyüs için ideal aylardan biri. Yürüyüşün en zor bölümü bu etap, dar patika yollardan, üzüm bağları arasında yürüyorum, tırmanma  başladı.Bu yola Sentiero Azzuro, mavi patika diyor italyanlar. Bazen yalnız yürüyorum, bazen yoldakilerle karşılaşıp ard arda yürümek zorunda kalıyoruz. Çunki yol çok dar, ancak bir kişinin yürümesine izin veriyor çoğu yerde. Yürüyenler genelde orta yaş ve üstü. Çoğu Ingiliz ve Fransızlar. Manzara olağanüstü, denizin rengi nefis, kısacası herşey çok güzel ve çok mutluyum. Yürüyüş sırasında sadece fotoğraf çekmek için mola veriyorum, bir de güzellikleri doya doya seyretmek için...Yorgunluk başlamıştı ki, aşağıda kayalar üzerine kurulmuş, küçük bir köy göründü, Vernazze...Köyün yukardan görüntüsü çok güzel, sandallar renk renk boyanmış ve hepsi kıyıya çekilip ters çevrilmiş. Hem hedefe varmanın hem de güzelliklerin heyecanıyla kıpır kıpır içim. Artık, gördüğüm yüzler de tanıdık, ya birbirimizin fotoğrafını çekmişiz, ya da yolda birbirimizi geçmişiz, tatlı tatlı tebessümleşiyoruz, birinci etap bitti dercesine. Bir süre etrafta dolaştıktan sonra, güzel bir restoranda öğle yemeğimi yiyorum. Sonra, bu lezzet hep damağımda kalacak ve ayni tadı bir daha yakalıyamıyacağım. Monu, limonlu hamsi salata, pesto soslu Raviolo (büyük olanlara verilen isim) ve yoresel beyaz şarap.Bu güzel keyiften sonra, yürüyüşüme devam ediyorum, hedef Corniglia...Ikinci etap  da yorucu ama tırmanma açısından rahat. Birçok kişi tamamını yürümüyor, bir etap yürüyüp trenle devam ediyor. Diğer yaygın gezi de deniz yolundan botlarla kıyıyı seyretmek. Ikinci etabı, daha rahat yürüdüm, şarabın da etkisiyle herşey iki kat güzelleşti, mutluluk dorukta. Ve yine bir kara parcası üzerine kurlmuş köy belirdi, Corniglia... Burayı fazla sevmedim, ama kahve keyfimden geri kalmadım elbette. Corniglia ve Manarola arası mevsimsel olarak yürüyüşe kapatılmıştı. Bu yüzden buradan trenle Manarola'ya geçtim. Manarola'dan son durak olan Riomaggiore'ye yürümek cok kolay. 15 dakikalık bir yürüyüs. Bu yol Via Dell'amore, aşıklar yolu. Tepeden aşağıyı seyretmek gerçekten ayrı bir heyecan. Yol boyu her yer, kilitlerle dolmuş. Hep birilerini yüreklerine kilitlemişler...Ve yol sonunda Rio Maggiore, güzel ama çok turistik. Burada bir otel var gerisi pansiyon, sunulan konaklama yerleri asla ödenecek parayı haketmiyor. Ben biraz, pahalı deyince odayı kiralayacak kişi burası Cinqueterre paran yoksa gelmeseydin deyince, gece geç saatte trene binip geceyi La Spezia'da geçirdim...Ayse-2010

İtalya---RİVİERA DI LEVANTE


Camogli evleri


Camogli kıyısı



Portfino'nun tepeden   görünüşü


San Giorgo Kilisesi  Portofino


Genova tren istasyonundan Riviera Di Levante'yi keşfetmek üzere , sabah erken saatte yola çıktım. Italyan rivierası da deniyor bu kıyıya ve turistler için Italya'da en ilgi gören bölgelerden biri. Trekking için de oldukça cazip bir kıyı. Bu nedenle, özel tren biletleri var, bir günlük, iki günlük ya da üç günlük biletler. Bu süre içinde bu biletlerle bu kıyıda istediğiniz kadar seyahat etme hakkınız var. Ben bir günlük bilet aldım ve ilk durağım CAMOGLI. Camogli, küçük bir balıkçı köyü. Çok sevdim, sezon dışı olduğundan fazla kalabalık olmaması bana daha da cazip geldi. Tüm binaların hepsi, bir sanat eseri. Hepsinin duvarlarında, pastel renklerle yapılmış resimler var. Camogli'nin en büyük özelliği bu evler.Havanın güzel olması beni daha da mutlu etti. Sabah kahvemi, nefis manzarayı seyrederek deniz kıyısındaki bir cafede içtim. Bir kac güzel fotoğraf çektikten ve çevrede dolaştıktan  sonra, tekrar trenle PORTOFİNO yarımadasına  devam ettim. Yıllardır şarkılarda dinlediğim Portofino'ya nihayet sıra gelebilmisti. Portofino için tren Santa Margarita Ligure'de duruyor. Cantamı istasyonun yanındaki cafede brakıp, hafiflemiş vaziyette merkeze doğru yürüdüm. St Margarita Ligure, kıyıda limanın olduğu, kara kısmında ise restoran ve cafelerle çevrelenmiş bir yer. Buradan Portofino'ya, taksiyle, otobüsle ya da yürüyerek ulasiliyor. Ben elbette yürümeyi tercih ettim. Yürüyüs yolu belli, deniz kıyısından, manzaranın güzelliği sizi Portofino'ya ulaştırıyor.Zaman zaman güzellikleri belleğime iyice kazımak için durdum, çevreyi seyrettim ve fotoğraf çektim. Yolun bir bölümü istenirse orman içinden devam ediyor, kuş sesi, ara ara ağaçların arasından denizi gözlemek ve nefis doğa kokusu beni yine sarhoş etti ve dudaklarımda  ''I fınd my love in Portofino...'' Birden, aşağıda minik bir liman ve ufak bir balıkçı köyü. Işte Portofino dedim. Görüntü çok güzel. Yüksek sezon olmamasına karşın tekne sayısı oldukça fazlaydı, kıyıdaki cafelerin bir kısmı boş bir kısmı ise doluydu, çünki herkes güneşte oturmayı tercih etmisti. Güneşin durumuna göre, cafelere ilgi azalıyor ya da artıyordu.San Giorgo Kilisesi ve kalenin görünümü ise ayrı bir güzellik katıyordu, tepede. Bu güzellikte, güzel bir pizza ve kırmızı şarabı hak etmiştim. Yemekte, yan masadaki Yunanlı iki arkadaşla sohbet de, yemeğimi zenginleştirdi. Oylesine zevk aldım ki dönüşte de yürümeye karar verdim ama bu sefer hep kıyıdan, ormana girmeden. Hava ve herşey öylesine güzeldi ki, hızımı alamadım Rapallo'ya da yürüyerek gittim. Rapoola da beğendiğim yerlerden biri.Kıyıdaki, 16. yüzyıldan kalma kale içinde sergiler düzenleniyor.Yine 16. yüzyıldan kalma Bizans ikonlarını görmek için teleferikle Santuario di Montallegro'ya çıkmak gerekiyor.Bir süre, kıyıdaki banklardan birine oturup, etrafı seyrettim. Çarşısı, insanlarıyla farklılığı hissediliyor. Tepelerde çok güzel oteller, restoranlar var. Trene buradan binip, Chiavari'de tanımadığım gezgin bir bayanın evinde kaldım. Daha önce internetten yazışmıştık. Akşam, evde birlikte yemek yedik ve sabah o işine ben de yoluma devam ettim. Chiavari'yi dolaştım ama bir gün önceki güzelliklerden sonra çekici gelmedi. Bir an evvel Cinque Terre'ye ulaşmak istiyordum, trene bindim ver elini Cinque Terre....Ayse- 2010

13 Kasım 2010 Cumartesi

VİETNAM---Sapa--2

Sapa'da Cenaze toreni

Cafede kahve ve kek keyfi

Cat Cat otelde sabah kahvaltısı

Bir ritüel

etnik giysi
Sapa'da ikinci gunumuz. Sabah bir kat asagıdaki ufak yemek salonuna, kahvaltıya indigimde hoş bir suprizle  karsılastım. Buyuk bir soba, salonu sıcacık yapmıstı. Sapa, yasayan bolge halkı ve yabancı turistlerden olusuyor. Bu nedenle gidilen her yerde ve otellerde hep yabancılar birbirlerine çabuk kaynaşıyorlar. Herbiri Vietnam anılarını anlatıyor, sessiz kalanlar da dikkatle dinliyorlar kaçırdıkları birşeyler var mı diye. Bu gün gideceğimiz köy daha uzak, yerel rehbersiz ve arabasız mumkün değil. Biz de bir araba kiraladık,şöförünü de rehber olarak değerlendirdik. Her yer pirinç tarlaları, bu seferkiler daha geniş.Buradaki giysiler de değişti. Ve genis bölgeye yayılmış farklı bir  yaşam alanı. Yine evler, tarlalar, hayvanlar, ortak toplanma alanları ve biz, yürüyoruz, sürekli. Bazen kayıyoruz, elimizdeki uzun sopalar destek vermese yürümek daha da zorlaşacak. Ayakkabılar çamur içerisinde. Bir ara,ufak kapalı bir yerde, insanların toplanmış olduğunu gördüm. Biraz yüksekce bir yere derisi yüzülmüş bir domuz konulmuş, önünde de diz çökmüş insanlar, birşeyler yapıyorlar. Ne olduğunu anlamadığım töreni anında fotografladım ve o anda çok sert bir tepkiyle karşılaştım. Defalarca özür dilememe karşın yine de bakışlarından, yanlış birşey yaptığım ortadaydı. Fotoğraf makinemi alacaklar ya da makineye zarar verecekler korkusuyla, hızla uzaklaştık, ne olduğunu sormaya bile cesaret edemedim.. Ama bir ritüel olduğu kesindi...Uzun yürüyüşten sonra arabaya, çamurdan kat kat olmuş ayakkabılarla binip otele gidip temizlenmeyi düşünürken, rehberimiz bizi bir yere gotürdü ayakkabılarımızı çıkarmamızı  soyledi. Ayaklarımızın altına gazete koyup bizi oturttu. Biz şaşkınlık içinde söylenenleri yaparken, bir süre sonra ayakkabılarımız temizlenmiş bir şekilde geldi. Bu supriz çok hoşuma gitti, o anda yapılabilecek en güzel şeydi. Artık, otele gitmeye gerek kalmamıştı. Çok hoş olan cafelerin birine gidip, bir sıcak kahve  ve yanında bir kek en guzel hayaldi. Isvicreli bir bayanın işlettiği bir cafeye gidip şömine yanında ısınıp gelenlerle sohbet de bu günün güzelliklerindendi. Ardından şehir merkezindeki, botanik park yürüyüşünü de tamamlayınca, sırada aksam yemeği ve alışveriş vardı. Alışveriş onemli, çunki sadece otantik bir iki parca ,evim için. Dönüşteki tren yolculuğumuz bir önceki kadar hoş olmasa da, ilginçtti. Genç bir Vietnamlı çift, yine üst kat komşularımızdı. Bu sefer, onlar yalnız olmak istiyorlardı, kompartımanda. Genç erkeğin çok çabalamasına rağmen bizimle birlikte gitmelerinden başka şansları yoktu. Biz amaçlarını anladığımızdan, gece geç saatlere kadar ışıklarımızı açık tuttuk. Yukarda sıkıntılı durumun olduğu açıktı. Son hakkımıza kadar kullandıktan sonra, ısıkları kapattık ve benim son hatırladığım üst boşlukta ellerin birleştiğiydi. Kapının vurulmasıyla gözümü açtıgımda, Hanoi'ye gelmistik. Alelacele şortlu genç delikanlının, kızın yatağından kendi yatağına geçtiğini gördüm. Boylece yine bir son ve yine yeni bir başlangıç...Ayse-2007

11 Kasım 2010 Perşembe

VİETNAM---Sapa--1


Pirinç tarlaları


Vietnam gezimin favorilerinden biriydi Sapa'ya gitmek. Hanoi'den yataklı trenle geçtik Sapa'ya. Kompartımanımız dört kisilik. Genelde tercih ettiğimiz gibi iki alt yatağı aldık. Her tren yolculuğunun başlangıcında, yol arkadaşlarımızı merakla bekliyoruz. Bu seferki yoldaşlarımız, yıllarca Amerika'da çalışmış bir İngiliz çiftti.Eşyalarını deniz yoluyla yollamışlar, kendileri de 5 aylık bir geziye çıkmışlar. Bizim yataklara karşılıklı oturdular,birlikte  tatlı bir sohbet başladı. Biz duruma göre önceden hazırlıklıydık, ortam iyi olunca yanımızdaki şarabı açtık.Sohbetimiz daha da hoşlaştı. Güzel, keyifli bir tren seyahati oldu. Tren, Sapa yakınında bir istasyonda duruyor. Şayet önceden otel, hostel rezervasyonunuzu yaptırırsanız onlar araç gönderip aldırtıyorlar sizi. Bizim rezervasyonumuz olmadığından, istasyonda bekleyen minibüslerle Sapa'ya gittik. Sapa, kuzeyde dağlık bir yer. Çok özel bir bölge, çok fazla etnik grup yaşıyor. Hepsi geleneksel giysileriyle dolaşıyorlar. Gezgin turistlerin, uğrak yerlerinden. Otel sayısı oldukça fazla. Biraz pazarlıkla, sonunda merkezde, CAT CAT otelde konaklamaya karar verdik. Odamız üst katta ve önünde, yandaki odayla ortak kullanacağımız çok geniş bir veranda var.Yan odada, Kanadalı yaşlı bir çift kalıyor, sohbet sonrası yemekte birbirimizi görebileceğimizi söylediler. Verandadan tüm Sapa'yı sisler altında görebiliyoruz, bir an doğa bana Karadeniz yaylalarını anımsattı. Çevrenin güzelliğinden çok etkilendim. Yine hesaplarda olmıyan bir güzelliği yakalamıştım. Hava soğuk ve benim giysilerim yeterli değil. Hemen kalın çoraplar aldım ve giydim. Ve ilk köyümüzden başladık. Ozel giysileriyle, köylülerin görüntüleri çok güzeldi. Çevre teras sistemiyle ekilmiş pirinç tarlalarından oluşuyordu. Domuzlar, çocuklar,yaşadıkları yerler, hepsi birbirinden değisik ve güzeldi.Rüyada gibiydim. Uzun yürüyüşümüzün sonuna doğru iki genç erkek tarafından takip edildiğimizi hissettim. Öylesine ıssız bir yerdeyiz ki, tedirgin olduk. Bizi geçmeleri için yavaşlayınca, takip nedenleri anlaşıldı. Bu yürüyüşle Sapa'dan fazla uzaklaşmıştık. Bitiş noktasında motosikletli gençler Sapa'ya götürmek için bekliyorlardı, önceden müşteriyi kapmak içindi bu takip.Önce biraz tereddüt ettiysek de başka seçeneğimizin olmadığını anlayınca sarıldık bellerine delikanlıların ve uçtuk Sapa'ya.Biniş o biniş, sonra tüm Sapa günlerimizde, birilerinin beline sarılıp motosiklerde geçti ulaşımımız. Akşam olmuş, karanlık çökmüştü, çevreyi tanıyıcı bir tur da atınca daha da çok sevdim.Yemek yenilecek güzel ufak restoranlar var. Her çesit yiyeceği bulmak mümkün. Güzel bir akşam yemeğinden sonra dönüşte, Kanadalı çift haklıydı, rastlaştık. Biz farklı bir yerde yemeğimizi yemiş, odamıza dönüyorduk. Onlar da geldikten sonra, verandada bira içelim birlikte dediler, ben de memnuniyetimi belirttim. Odamıza dönünce herşey öylesine güzeldi ki ortak bira içiminden vazgeçtik. Doğa güzel, karnımız doymuş, güzel bir gün geçirmiştik. Odayaa gelince ilk işimiz odun alıp odamızdaki şömineyi yaktırmak oldu. Duşları da aldıktan sonra, şömine karşısında ısınıp, içtiğimiz şarabın tadını unutmam mümkün değil. Böyle anlarda benim cümlem hazır: ''Yaşamak bu işte, herşeyi doya doya hissetmek...'' ve ardından Ayşece bir söz,''buraya sevgiliyle gelinmeli''. Ayse---2007

10 Kasım 2010 Çarşamba

PERU---Titicaca Gölü--3

Ben ve Marta ayrılık zamanı


Yeni gelecekler için sabah hazırlığı

Ve dönüş
Yorgun, bitkin, heyecanlı bir günün ardından Marta'ya veda saatleri yaklaşıyordu. Az zamanda, çok şey yaşamıştık onunla, hep gözlerimiz konuşmuştu, bazen çaresiz, bazen mutlu. Ikimiz de kendi yaşamlarımıza dönüp, yaşadıklarımızı anılarımıza gömecektik kilometrelerce uzaklarda...Hüzünlü bir şekilde, erken uyandım. Adaya birlikte geldiğimiz, diğer evlerde kalanlar ayni saatte yine başladığımız kıyıda toplanacaktık. Kıyıya, geldiğimde buluşma saatimize çok vardı. Yeni konukları karşılamak üzere, kadınlar ve erkekler toplanmış, konuk edecekler tespit ediliyordu. Bu arada, sabah erken saatlerde hava biraz serindi. Ben de karşılarına geçtim, seyretmeye başladım onları, sessizce. Önce herbirine ''coco '' dagıtıldı. Ağızlarında çiğniyorlar, çok yaygın, Peru'da.Konuk tespiti yapılıp, listeler yazıldıktan sonra, yolcu edecekler geldi ve el sallıyarak yolcu ettiler bizleri...Ardından adanın diğer yanına gezi yaparak, o bolgede yürüyüş yaptım, meydandaki kiliseyi ve ufak müzeyi gezdim. Manzaranın çok güzel olduğu, tepede salaş restoranlar var. Tüm göl manzarasına hakim. Deniz mahsülleri, balık, nefis ama ben hastalığımdan sadece seyirci kaldım.Ve dönüş başladı. Ayse--2008

PERU---Titicaca Gölü---2

Patatesler

Pacamama

Köyün kadınları ve soldan 4. MARTAMIZ

Kapinin vurulmasiyla birlikte acilan kapida Marta belirdi, el kol hareketleriyle, asagiya gelmemizi istiyordu. Bizi mutfaga goturdu. Yemek saati gelmisti ve Marta buyuk bir zevkle bizim icin yemek hazirlamisti. Mutfakta birkac tencerenin ve tabagın disinda, yine musambali bir masa, ufak bir divan. Yemekler,odun atesinde pisiyor. Olanaksizliklar oylesine acık ki. Marta elini, tabaklari ;siyahlasmis bir suyun icinde yıkıyor. Ama bunlarin hepsi goze carpanlar onemli olan onun bu yemegi bize ne buyuk sevgiyle hazırlıyor olması. Ben zaten hastayım birsey yiyemiyorum,  hasta olmasam da bu kosullarda mumkun degil, ote yandan Marta'ya bunu hissettirmememiz gerek Cukur bir kaseye corba koydu, bir kasenin bize yetecegini soyledik, icinde de iki kasik. Caresiziz...O an aklıma geldi, isaretlerle el isi yapip yapmadigini varsa bize getirmesini anlatmaya calistim, getirmek icin mutfaktan ciktiginda birimiz disariyi kontrol ederken digeri corbayi tencereye tekrar bosaltti. Marta geri geldiginde bizim corba bitmis gorunuyordu. Lezzetlı oldugunu cok sevdigimizi hemen aceleyle bitirdigimizi anlatınca yuzu guldu, et yapmak istedigini soyledi istemedik.  Bir tencerede kaynayan patatesleri yıne ele alınamıyacak bır ortunun uzerine doktu yiyin dedi. Bu sefer nasıl  olsa kabuklu deyip bir iki patates yedik.  Peru'nun patatesleri cok guzel 54  cesit patates var. Ve bulusma noktamıza gitmeye sıra gelmisti. Maalesef  Marta'ya el fenerini anlatamadigimdan fenerimiz olmadan bulusma noktasına geldik. Titicaca da ilginc bir hava var. Gunduz cok sicak, gece ayni derecede  soguk...Tırmanmaya  basladik, ben zorlukla cikiyorum. Bulusma noktasinda herkes ev sahipleriyle birlikte oturuyor, degisik turlarla gelenler de ayni yerde toplanmis. Kalabalik; koyun  konuklarla dolu oldugunu gosteriyor. Koyde elektrik yok.Ev sahiplerimizden ayrılıp rehberlerimiz esliginde tirmanmaya basladik.Bir yanda Pachamama diger yanda Pachapapa var. en yuksekleri bunlar. Shamanlara gore bu iki dag hayatin balansi. Biri disiyi digeri ise erkegi temsil ediyor. Ve tum ritueller bunların zirvesinde yapiliyor. Zirveye cıktık. Ama ne cıkıs, cok zorlayici bir parkur, bir yandan  dik  diger yandan sicak...Ara ara molalar oluyor, biz geriden gidenlerdeniz. Brezilyali bir genc var benim yakinimda yuruyor, cok konuskan. Ben her molada devam etmeme karari alip sonra elbette tekrar basliyorum. Esas zorlanma nedenim, hastaligim...Sonucta zirvedeyiz. Tırmanma sırasında para isteyen ufak cocuklara,el isleri satan saticilara rastlıyoruz. Zirve cok hos, gunese cok yakin hissetmenin otesinde asagida Tıtıcaca Golu ve ada...Tırmanma yolunun solundan gunes battı ve ayni anda sag tarafta ay kendini gosterdi muhtesem bir manzara. Fotograflar cekiliyor. Herkes kendine gore birseyler  yapiyor. Ben boyle zamanlarda yalnız bir kosede oturup, yasadıklarimi unutamiyacagım sekilde icime ceker adeta hafızaya kaydederim.  Ve   bu guzelligi yasayabilmeme neden olan hersey icin tesekkur ederim. Bir sure sonra guruplar inmeye basladilar, arkadasim fotograf cekmeye devam etmek istedi, ben asagiya inmeye basladim. Birkac adim attim ki hava karardi. Asagıya inenlerin arasinda oldugumdan onlarin fenerlerinden yararlanarak rahatlikla iniyordum. Bulusma noktasina geldigimde hava iyice kararmis ve sogumustu. Hepimizin ev sahibi bizi bekliyordu, zaten yalniz evlerimizi bulabilmemiz mumkun degl. Rehber asagiya inenlerin ismini listeden siliyor. Arkadasimin gelmedigini gorunce rehber, Marta ve ben bir yanda oturup beklemeye basladik. Vakit geciyor, yukardan gelenlerin sayisi azalmaya basliyordu. Nihayet son rehber de geldi ve geride kımse yok dendi. Ben caresizim, arkadasim yok, hava soguk ve karanlik. Belki eve gelmistir dediler Martayla biz eve gittik. Iki buklum hasta ben, birden canlanmistim, caresizlik ve korkudan. Evde kimse yok. Yanimdakiyle konusamiyorum, kafam karmakarisik. Biz tekrar o tepeleri tirmanip ortak noktada bekleyen rehberin yanına dogru tırmanmaya basladik. Yarı yolda tıkandim ve yuruyemiyorum, hickira hickira aglamay basladim. Ve orada farkli birseyi yasamaya basladim '' renk, ırk, ne olursan ol insansin, dilini bilmesen de, duygular ortak...'' ben bir tasın uzerine yigilircasina oturdum ve hickira hickira agliyorum. Marta ortusunu cikarip ortuyu benim basimin etrafinda salllayıp, kendince birşeyler mırıldanıyor, elimi tutuyor ve  oylesine mahzun bir bakisi var ki. Bir anda tek yuregiz bunu hisssediyorum.Yol olmadıgından karanlıkta dusuyorum, bir elim  Martada, diger elimi bir baska adam  tutuyor koyden. Kopeklerden korkan ben, yanlarindan geciyorum hic korkmadan. Rehberin yanina geldigimizde arkadasimin gelmedigini soyleyince ben tekrar bagira bagira aglamaya baslaim. Lutfen hep birlikte cikalim tekrar dedigimde dag cok soguktur dayanamazsın ve sen cikamazsin demezler mi? Her soz beni biraz daha yikiyor. Lutfen  arama yapılsin ne gerekiyorsa verecegim dedim. Beni zorla Martayla eve yolladilar.  Karanlik, bilmedegim bana herseyiyle yabanci bir yerde, anlasamadigim bir kadinla elele eve gidiyoruz. Ama biliyorum ki Marta yanimda...Ayse-2008

9 Kasım 2010 Salı

PERU---Titicaca Gölü--1

Evimizde ben ve Marta'nın kocası

Martamız bize mutfağında yemek hazırlıyor

Yatağımız, lazımlığımız

Teknemiz, Konaklama yapacağimiz Amantani adasina yaklasiyor. Adada  yerlesim   su kiyisindan baslayip dag yamaclarina dogru uzaniyor. Kiyida yerel giysileriyle kadinlarin cogunlukta oldugu ev sahiplerimiz, tek sira halinde oturmus bizleri bekliyorlar. Bir yandan midem kotu, diger yandan iki gundur halsiz kalmisim kimildayacak halim yok. Tek istegim fazla tirmanmadan eve gidip biraz dinlenmek. Ev sahiplerinin kac kisi konuk alacaklari daha onceden belli. Aralarinda onderlik yapan biri kiyiya cıktigimizda rehbere listeyi verdi. Her konuk ( kac kisi seyahat ediyorlarsa)  bir eve veriliyor. Boylece koyde esit bir dagilim oluyor. Ayrica adadan ayrilana kadar her ev sahibi konugundan sorumlu. Rehber okuyor: Marta,  ev sahibimiz ...Siyah ust uste giynilmis etekler ve basında uzun siyah ortuyle, yasli  gorunumlu, biraz kamburu cikmis  bir kadin yanimiza geldi. Birbirimize  dokunduk, sevgiyle...Birden Marta'yla aramızda bir bag kuruldu. Herkes ev sahibibnin yaninda bekliyor. Rehber iki saatlik bir zamanimiz oldugunu bu surede dinlenip, aksam yemegimizi yiyip, ev sahiplerimizin bizi bir meydana getirecegini  sonrasinda shaman rituellerinin yapildigi daga tirmanacagimizi ve gunesin batisini oradan gorecegimizi, yanimiza birer el feneri almamız gerektigini soyledi.  Donuste bir sure dinlendikten sonra da dansli bir geceye katılacagimizi belirtti. Ayakta duracak halim yok, bir an evvel yatıp biraz dinlenmek istiyorum ve butun enerjimi tırmanacagimiz dagda kullanacagim. Daracik  keci yollarindan, bahce iclerinden Marta  onde biz arkada eve dogru yurumeye basladik. Her ev mustakil, iki katli,  tuvaletler disarda. Neyseki fazla tepelere gitmeden orta bir yerlerde Marta'nin evine geldik. Bir metrelik duvarla cevrilmis evin bahcesine girdigimizde, Marta hemen cebinden bir anahtar cıkardi ve disarda ustunde kilit olan tuvaleti acti. Ben, yolda yururken Martaya ıdare eden  italyancamla koyun guzel oldugunu, cok hoslandigimi soyledim  Marta gulerek  ''si''  dedi. Hosuma gitti, en azından derdimi anlatabilecegim derken sonrasında gordum ki, Marta herseye ''si'' diyor. Durum vahim. Is yine benim teatral gucume kaldi. Ama bende hal yok...Evin bahcesine  girdigimizde, sagda tuvalet, solda  ufak bir lavabo, ve mutfak  ardından avluya giriliyor.  Asagıda bir oda Marta ve kocası kalıyor. Ahsap merdivenlerle yukari cıkılıyor, 3 oda  var. Odalar gelecek konuklar icin hazirlanmis. Bizim odamizin kapisini actiginda, ilk gozume carpan duvarda civiyle tuturulmus siyahlasmıs bir havlu oldu. Onemli degil sen zaten kullanmiyacaksin alt tarafı bir gece diyerek kendimi teselli etmeye basladim. Oda, dikdortgen, iki karyola, uzerlerinde 3 er battaniye, her karyolanın yanında birer lazimlik, ufak tahta bir masa uzerine musamba kaplanmis. Gorunen tablo hic ic acici degil, ama baska care yok. Ben, hastayim, yinede hicbirseyi kacirmak istemiyorum, zorluyorum kendimi. Seyyar gezdigimden tum malzemelerim yanımda, hemen giyeceklerimden yastıklarin uzerine, agız kısmina gelecek sekilde cozumler bularak, hic ustumu degistirmeden yattim. Oda da bir sessizlik, ikimizde dusunceliyiz ama aklimizdan gecenleri okumak o kadar zor degil '' yahu ne isimiz var bizim burada????'' ama macera ariyoruz ve herseyi gorecegiz ya, eeee ozaman katlanmak zorundayız hic sikayet yok,'' yasadıgın anın tadini cikar ''parola bu. Kapiyi kilitleme ihtiyacini hissetmedik, bir anda bir adam iceri girdi. Odanin ortasinda birtakim garip sesler cikariyor. Bir bu eksikti derken anladik ki. Bu yasli, sallanan, biraz da normal gorunmeyen adamcagiz, Marta'nın kocasi. Neyse adami disari cikarttik, zararsiz...Ve uzandik, sessizlik...Ayse-2008

PERU--Flotantes Adaları ve Titicaca Golü


UROS ADASI

UROSTA
Colca Canyon  gezisinden Arequipa'ya    tekrar donduk. Aslında Arequipa'da  birkac gun daha kalmak  isterdim ama 35 gune sigdirmak zorundayiz herseyi. O yuzden gece yolculuklarini arttirip daha fazla yer goruyorduk. Arequipa'dan  otobusle Puno'ya gectik. Puno,  onemli ; cunki, Titicaca golune yapilacak gezi buradan oluyor. Gec saatte buldugumuz otele kendimizi zor attik. Ben Chivay  deki acık bufeden sonra perisanim. Bir yandan mide bulantisi, bir yandan onun yaptigi halsizlik, usume, titreme hepsi var  ama geziyle ilgili hicbir seyi  aksatmiyorum. Program aynen devam ediyor. Eeeeeee   hastaligin zamani degil, birdaha buralara gelinir mi gelinmez mi bilinmez...Bu arada zaten Perulular kendilerinden sanıyorlar beni, gunesten kapkara olmus derim  iki orgu yaptigim saclarim, bir de zaman zaman orgulerin ucuna taktıgım yun pomponlar beni onlara daha da yakınlastiriyor. Sabah cok erken saatte uyandim Tıtıcaca'ya tur ayarlıyacagım. Oteldeki kiz inigilizce  biliyor, hemen bir acentayla konustu pazarlıklar yapildi on dk sonra rehber bizi almaya geldi. Nasil   mutlu oluyorum boyle zamanlarda, tanrim zaman kaybı yok ve hersey tikir tikir isliyor, muhtesem.Titicaca  golu  dunyada gorulmesi gereken yerlerden biri, diger ilginc yanı da golun bir kismi Peru'ya diger kısmi Bolivya'ya ait olması. Benim icin de farklı nedenlerle unutamıyacagim bir bolum oldu gezimde...Teknelere bindik. Yolculuk basladı. Rehber iyi ingilizce biliyor bu da bir sans. Yolculuk sazliklar arasinda basladi. Sudan bir yolda ilerliyor gibiyiz, iki yanımız sazlik. Uzun bir sure boyle gittikten sonra birden sudan yol kendini gole teslim ediyor. Ilk durak  Flotantes adalari.  Puno  lımanından 5 km uzaklıkta. Uros yuzen adasi ilk gezdigimiz ada. Bu adalar Uroslu'arin kendilerinin   elle yaptiklari  adalar. Sazliklardan elde edilen Totora' lardan olusuyor. Cok ilginc. Gecim kaynaklari  turizm ve balikcilik. Her adada  ayni soydan gelen aileler oturuyorlar. Aymara dilini konusuyorlar ve Shamanlar. Aymaralar da deniliyor.Kullandiklari tekneler  ilginc onlar da totoralardan olusmus. Titicaca  golu turlari ya gunu birlik ya da konaklamali oluyor biz konaklamaliyi tercih ettik. Hem daha fazla macera yasamak hem de  ayrintilari kacırmamak icin... Konaklamali turlarda,  herkesi ( beraber oldugunuz kisiyle birlikte) Bir ailenin evine yerlestiriyorlar. Ve  konaklama suresince o aile sizden sorumlu. Her aile gelenlere ayni yemekleri veriyor. Konaklıyacagımız  adaya geldik. Amantani adasi. Rehber burada konaklıyacagımızı  soylediginde. Karsimizda buyuk bir ada ve bir dag yamacina kurulmus bir koy vardi karsimizda. Evler ahsap, iki katli, tuvaletler disarda. Kiyida kadinli erkekli yerel giysileriyle bizi karsiladilar. Kadinlar siyah ustuste giyinilmis etekler ve siyah ortu baslarinda tek sira halinda bekliyorlardi konuklarinı. Macera simdi basliyordu belli oldu, acaba hangisinin evinde kalacaktik?...Ayse-2008

Transsibirya ----Nazım Hikmet



Transsibirya gezimin ikinci duragı Moskova. Moskova'daki birinci gunumde, sabah kalktıgımda ayrı bir heyecan var. Cunki bugun unlu ''NOVODEVICHY'' mezarligina gidecegiz. Ben ve arkadasım, sessizce kucuk sırt cantalarımızı karıstırıp, yanımızdaki en giyinebilir ve şık bluzlarımızı seçip, ozenle hazırlandıktan sonra mezarliga  gitmek uzere cıktık. Mezarlık cevresindeki, cicekcilerin birinden, ciceklerimizi almak icin bir cicekciye girdik ve birer kırmızı karanfil istedik. Cicekci bayan, rus geleneklerine gore en az 3 adet almamızı soylediyse de biz birer karanfille yetindik.Çok heyecanlandım, aslında haksız da sayılmazdım. Mezarlık yeni ve eski bolum olmak uzere iki bolum halinde, giriste elimize bir kroki verildi, uzerinde tanıdık isimlerin anıt mezarlarının oldugu yerler belirtilmis. Nazim Hikmet bunlardan biri, daha kimler yok ki Tolstoy,Shostakocivh,Mayakovsky,Gogol, Chekov,...  gibi bir cok tanıdık isim. Nazım'la, '''Cinar'ının'' altında randevumuz var, saniyeler icinde neler gecmiyor ki aklımdan, Prag, şiirler, kadınlar, asklar, ozlem ve Memed...Ve birden muhtesem bir taş, çınar agacı ve Nazım... Çiçeğimi koydum, taşa dokundum ve o anda uc kısımdaki Vera'nın ufak mezarına takıldı gozüm.Vera'ya ısınamadım bir turlu, Galina'dan sonra. Hele Nazım'ın,7 yıllık bir beraberlik ve yaşaması için mücadele vermiş Galinayı yüzüstü bırakıp, Vera'ya koşmasını hiç içime sindirememistim. Belki de bu yüzden, orada Vera'yı, Nazım'ın yatağına sessizce girmiş ve oraya yerleşmiş gibi gördüm.Orası sadece Nazım'a ait olmalıydı diye düşündüm, paylaşılmamalıydı, paylaşan aşık olduğu bir kadın bile olsa. Biraz yüksek sesle sitem ettim Nazım'a, kadınları adına...Sonra, şu dizeler geçti :''...kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların; kimi insan ezbere sayar yıldızların adını; ben hasretlerin...'' Birden havanın güzelliğini ve mezarının ne kadar güzel bir yerde olduğunu farkettim, veda için '' o taşa'' bir daha dokundum...ve sesini duyar gibiydim ayrılırken ''...hava toprak gibi gebe. Hava kurşun gibi ağır.Bağır, bağır, bağrıyorum...''Ayse--2007